2012/07/25

iki güzel bağlantı

Sürekli değişmden konuşuluyor ama nasıl olacağını tam söze dökemiyoruz, sadece - ya da belki daha da iyisi - algılıyor, hissediyoruz. Yeni, kurallarını bilmediğimiz mevcut dilimizle anlatamayacağımız öncelikle yaşamaya başlayacağımız başka, yepyeni bir akış.. Yeni demek doğru değil aslında, doğanın milyonlarca yıldır işleyiş biçimi bu.. Sonuçta dünyanın tarihine bakınca "yeni" olan biziz.. Biz süreçleri çözmeye çalışıyoruz sanki..

bugün üstüste dikkatimi çeken iki link..
biri Sacred Economics yazarı, Charles Eisenstein'dan Occupy Wall Street hareketine yönelik bir analiz videosu.. 

http://www.youtube.com/watch?v=BRtc-k6dhgs

Ve bir de güzel - Türkiye'de aslında mutlaka benzerleri olan bir sosyal girişim projesi: Toplum için Halı!..

bol parlak fikirler olsun hepimize..



2012/07/21

Çocuklarınız Açlığa Dayanıklı mı? - Nurullah Atay

Kaos teorisi, kuantum teorisi gibi sıkça suistimal edilen kavramlardan biri. Tarihin, politikanın, toplumların seyrinin birer kaos örneği olduğu, yani olayların büyük oranda kendiliğinden geliştiği iddia edilir. Bu yalandır. Tarihin seyri, giderek artan oranda önceden belirlenmiş senaryoların oynanmasına dönüşmekte. Tarihin bu seyri içinde kazandığımızı ve kaybettiğimizi düşündüğümüz şeylerin bize “kazandırıldığı” ve “kaybettirildiğini” söylemek mümkün. Özneler eksik, evet. Kendisine veren ve alanın, kaderini tayin edenin kim olduğunu araştırmak herkesin görevi. İşte bunun peşine, size kazandıranın, kaybettirenin kim olduğu bilgisinin peşine düşmediğiniz zaman bu dünyadaki varlığınız tehlikeye giriyor. O bilmediğiniz, tanımadığınız insanların kölesi oluyorsunuz.

Sözcükler birer uyuşturucu olsaydı, en yüksekten uçuranı “değişim” olurdu herhalde. Öyle aptallaştırıyor ki bizi, neyin değiştiği ile ilgilenmiyoruz. İyileşiyor muyuz, kötüleşiyor muyuz? İyi olanı neden değiştiriyoruz? Aptal mıyız? Kibarlığa lüzum yok, aptalız ki, bu toplumun en güçlü, en iyi özelliğini değiştirmelerine,  çiftçiliği ortadan kaldırmalarına izin veriyoruz. Özellikle 2002’den sonra yoğunlaşan bir SALDIRI var Türk çiftçisine. Size saldırıldığının farkına varmazsanız kendinizi savunamazsınız. Herhalde 10 yıldır gerilememizin sebebi bu diye düşünüyorum. Bu saldırıyı en güzel belgeleyen, günlüğünü tutan kitaptan, Serpil Özkaynak’ın Türk Tarımının Bilinçli Yok Edilişi kitabından söz edeceğim.

Köşe yazılarından derlenen kitap, çiftçilerin felaketini -ki mesleki bir soykırım da denebilir- tarımı bilerek ve isteyerek yok etmeye çalışan hükümetlerin politikalarını, Tekel’in başına gelenleri kısaca belgeliyor. Herkes okusun diye özet çıkarmıyorum. Küçük alıntılar yapıyorum:

Toprak ağaları, toprak reformunu engelledi
Atatürk, 1937 yılında yaptığı bir konuşmada 'Memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır' demişti. Bu söz özellikle CHP’nin yıllarca düsturu olmuş, ülkede 'toprağı işleyen köylüyü toprak sahibi yapabilmek için' TBMM’de yıllarca Toprak Reformu yapılması için savaşım verilmiştir. Ancak, tarım kentlerinden meclise milletvekili olarak gelenlerin hemen hepsi birer toprak ağası olduğundan, bu öneriye hiçbir zaman sıcak bakılmamıştır.

Devlet arazilerini ve teşvikleri patronlar kaptı!
Devletin arazilerinin fakir köylüye verilmesini yıllarca engelleyenler, şimdi pek çoğu TÜSİAD üyesi olan koca koca patronların devlet arazilerini paylaşması karşısında sus pus kaldılar. Sanayiyi, basını, Türk ticaret hayatını elinde tutanlar, yabancı ortakları da yanlarına katıp, devletin üretme çiftliklerini, teknopark projelerini, hatta mayınlı sınır arazilerini bile tek bir köylüye kaptırmıyorlar. Devletin kaymakamları, valileri, belediye başkanları, yani kamu yöneticileri de, 'Bölgemize yatırım yapılacak. İstihdam sağlanacak' diyerek, bu işadamlarını sevinçle karşılıyorlar.

Atatürk 'tesis kredisi, büyüğe değil küçüğe' diye uyarmıştı
'Patronlar Kulübü'nün güçlü üyeleri, aldıkları topraklara yapılan teşviklerle daha da 'güçlü' hale gelirken, Atatürk’ün 1931 yılında yazdığı şu notu hatırlamamak imkansız gibi:
'Memleket üretiminin artması, çeşitlendirilmesi için olduğu kadar herkes gibi köylünün de refah içinde yaşamasını temin etmek için bir tesis kredisine ihtiyaç vardır. Bu görüş, büyük çiftlik ve arazi işletenlere ait olmayıp daha çok küçük çiftçileri ilgilendirir.'
Hatta bu notları arasında bir bölüm daha vardır ki, bu, son zamanlarda Türk çiftçisinin içine düşürülmeye çalışıldığı 'borç batağına' karşı, yıllar öncesinden yapılmış çok düşündürücü bir uyarıdır:
'Varlığından büyük iş tutarak büyük kâr yapmak için her şeyi borçla sağlamanın yolunu bulanlar genellikle üzücü sonuçlarla karşılaşmışlardır. Bu gibilere gerçek varlık ve ihtiyaçlarından çok kredi açmak ve onları kötü neticelerle karşılaşmaya teşvik etmek uygun değildir.

Özel bankalardan köylüye 'kredi kartı' tuzağı
AB’nin zoruyla çiftçiye 'üretimsiz, doğrudan maddi destek' veren hükümet, bu uygulamasıyla çiftçiyi köyden şehre göç etmeye teşvik ederken, bir çoğu yabancı olan özel bankalar da boş durmuyor. Ziraat Bankası’ndan aldığı krediyi bile ödeyememiş çiftçiye kredi kartı verme uygulaması başlatanlar, çiftçiyi geriye dönülmez bir iflasa sürüklemekteler.

'Köylü, yiyecek ve giyecek için para sarf etmemeli'
Çiftçinin, köylünün günlük ekonomik sıkıntılarla boğulmadan ülke yararına üretim yapmasını şart gören Mustafa Kemal Atatürk, köylünün 'beslenme ve giyim' ihtiyacını kendi giderebilmesi için 'ev sanayi' kurulması gerektiğini bile düşünmüş ve 1931 yılında bu düşüncelerini şu notlarında yazıya dökmüştür:
'Bir köylü ev sanayi kurulması için çareler düşünmek akla gelir. Bizde köylü, evine, aile ve çocuklarının yaşamasına gerekli olan yiyecek, içecek ve herkes gibi giyecek için para sarf etmemelidir.

Çiftçi sayısının çok olması sayesinde yaşıyoruz
IMF ve AB politikalarıyla son yıllarda Türk tarımında köylü nüfus azaltılıp, şehirli nüfus arttırılmaya çalışılıyor. Köyde ısrarla kalan köylüleri de çiftçilikten edip, yeni 'çiftçi' olan işadamlarının zengin ve büyük çiftliklerde köle gibi çalışmalarına yol açan bu düzenle Atatürk’ün istek ve direktiflerinin tam tersi bir politika izleniyor.

Mustafa Kemal Atatürk, o zamanlar Türk ulusunun büyük bölümünün çiftçi olmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulabilmesinde ne kadar önemli bir yer tuttuğunu 1923 yılında sarf ettiği şu sözlere ifade etmişti:
'Milletimiz çok büyük elemler, mağlûbiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel sebebi şundandır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde olmayacaktık.'

Kitaptan ve diğer kaynaklardan derlenmiş bazı kısa bilgiler :
-    1. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Avrupa’yı eksik erkek nüfusuna rağmen Türkiye, tarım ürünleriyle beslemiştir.
-    Marshall yardımı ihaneti ile ABD’nin üretim fazlası mısırı, bozuk sütü Türkiye’ye satılmıştır. Evet hibe edilmemiş, satılmıştır.
-    Köy Enstitüsü, Köykent gibi köyü ve şehri kurtaracak projeler durdurulmuştur.
-    Defter kalem oyunlarıyla, yani fiyat ve ticaret politikalarıyla pamuk, buğday, pirinç, et gibi yerli ürünlerin rekabet gücü kırılmış, çiftçi yoksullaştırılarak üretimden vazgeçmeye zorlanmıştır.
-    “Çiftçiye destek” gibi kelime oyunlarıyla çiftçiye çalışmaması, üretmemesi için teşvik verilmiştir. Tütün, şeker gibi bazı ürünlerin üretimi ise resmen engellenmiştir. Sırf kapattırmak için et ve şeker fabrikaları özelleştirilmiştir. Üretimi engellenen ürünler borç parayla yapılan ithalatla ikame edilmiştir. Enerji ve sanayi malı ithalini tarım ihracatıyla dengeleyebilecekken, ülke çıkarına rağmen tarım ürünü ithali başlatılmıştır.
-    AB’de %5’lik tarım nüfusu oranı yüksek sanayileşme sayesinde mümkün olmuştur. Türkiye sanayileşme ve şehirleşme trenini sonsuza dek kaçırmıştır. Bu günden sonra tarım nüfusunu artırmanın yolunu aramalıdır. Çünkü şehir nüfusunda işsizlik oranı yükselecektir.
-    Hükümet kendi kurumlarıyla köylüyü evladiyelik tohumundan vazgeçirmiş, ithal hibrit tohumu, ithal zirai ilacı, ithal suni gübreyi, bitki büyüme hormonunu teşvik etmiş, bunların hesapsızca ve yıkıcı biçimde uygulanmasına seyirci kalmıştır. 2002 sonrası tohum alım satımı yasaklanmıştır. Tohum piyasasının %90’ı çoğunluğu İsrailli yabancı şirketlerin elindedir.
-    Yerli besi ve binek hayvanı çeşitliliği kaybedilmiştir. Bunun yanında, 1991-2008 arasında kişi başına düşen koyun, yerli sığır, arı sayısı %50'den fazla; keçi ve yük hayvanı sayısı yaklaşık %75 azalmıştır. 1987-2008 arasında tarım üretimi nominal olarak yerinde saymıştır.
-    Hükümetler GAP’ın etkin olarak işletilmemesi için dışarıdan yapılan baskılara boyun eğmiştir.
-    Her ne kadar hükümet-basın ortaklığı tam tersini söylese de, genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerine kapılar sonuna kadar açılmıştır. Hükümet halkın ve köylünün tehlikeyi fark etmemesi için elinden geleni yapmaktadır.
-    Türk patent hukuku canlıları da kapsamaktadır. Yani insanlardan çok önce doğada var olan bitki ve hayvanların genleri akla ve hukuka aykırı şekilde patentlenmektedir. İnsanlar bırakın kültür bitkilerini, evinin arka bahçesinde kendiliğinden çıkan otlar ve çalılar için bile hesap vermek durumunda kalacaktır.
-    Tarım toprağı, mülkiyeti sonsuza dek satın alanda kalmak üzere şirketlere satılmaya başlanmıştır. Çiftçi işlemediği toprağı satmaya burada sıraladığım operasyonlar sayesinde dünden razıdır. Buna kamu arazisi satışı da eklenmiştir.
-    Köylü kendine yetme bilincinden uzaklaşmış, süt, yoğurt, turşu, tarhana, ekmek gibi temel gıdayı bile satın alır hale gelmiştir. Yoğun ve akılsızca yapılan makineleşme köylüyü tembelleştirmiş, eski neslin bilgi birikimini ortadan kaldırmış, iş hayvanı varlığı Avrupa seviyesinin çok çok altına düşmüştür. İthal fosil yakıt enerjisine bağımlılık bakımından köylerimizin şehirlerden farkı kalmamıştır. Olası bir enerji kıtlığı durumunda sadece elektriksiz, benzinsiz değil, ekmeksiz de kalacağız.
-    Sırada çiftçileri barkodlayarak(ÇKS) ekilen her dönümü, kümesteki her tavuğu kayda geçirmek, toprak ürünlerini ruhsata bağlamak vardır. Hedef halkın saksıya biber bile ekemez hale gelmesi, tümüyle ÇUŞ’ların sağlayacağı gıdaya mecbur olmasıdır.
-    Kafamızı kumdan çıkaralım, gerçekçi olalım. Bakanlığın kurduğu tohum bankası, Anadolu ‘nun biyoçeşitliliğini korumak değil, bilakis, bunları ÇUŞ’ların hizmetine sunmak için vardır. Hükümetler artık halkın yararına olan düzenlemeler yapmayacaklar. Aksine elimizde kalan son şey olan toprak ve su varlığını bizden zorla alıp ÇUŞ’lara vermek için var güçleriyle çalışacaklar. Bu, tek cümleyle, aç ve susuz kalmak demektir. Parayı bastırıp ithal ürünlerle beslenmek çoğunluk için söz konusu olmayacaktır. Hiperenflasyon, bölgesel savaşlar, hazinenin iflası çok yakın olasılıklardır. Dünya genelinde refah seviyesinin yükselmesi değil, düşmesi beklenmelidir, ki bu ayrı bir yazının konusudur.
-    Yapılması gereken köylere geri dönmek, kendine yeten tarım(permakültür) birlikleri, üretici-tüketici birliktelikleri kurmak, terk edilmiş toprağı kar etmese dahi yeniden işlemek, yer yer eski usul üretim yöntemlerini diriltmek ve bilgi birikimini kayıt altına almak, cahil çiftçileri duruma uyandırmak, darda kalmış çiftçiye el vermektir. Bunlar devletten beklenecek şeyler değildir. Kişisel ve örgütsel olarak devlete rağmen başarılmalıdır. Evet bunlar zordur. Savaş kazanmak kolay bir şey değildir. Savaşmayı düşünmüyor musunuz? Umarım çocuklarınız, torunlarınız açlığa dayanıklıdır.


Türk Tarımının Bilinçli Yok Edilişi: Sivil Örümceğin Tarım Boyutu, Serpil Özkaynak, 2010, Yayın B
Ayrıca;
Dünya Tarım Tarihi: Neolitik Çağ’dan Günümüzdeki Krize, Marcel Mazoyer
 Gıdalar, Ambalajlar, Silahlar ve Açlar, Mebruke Bayram
Deccal Tabakta, Kemal Özer

2012/07/17

Ağı Onarmak

Yaşam ağını, ağdaki bağlantıları onarmamız gerekiyor. Aramızdaki çeşitli bağlantıların oluşturduğu ağ, aslında tüm dünyayı bir arada tutan güç. Artık, fizikçiler de,  varlığını ölçebildikleri Higgs bozonunu açıklarken bunu anlatıyor,  bir enerji alanından sözediyorlar. Doğadaki tüm sistemlere yaşamsal kaynağı sağlayan yaşam ağımızı onarma zamanı.  
Toplumsal, ekolojik, ekonomik ağları, hepsinin birbirine bağlı olduğunu anımsayarak, yeniden örmemiz, yenilememiz gerekiyor. 


foto: Luc Viatour
Mahallemizde komşularımızla, ağaçlarımızla, çalılarımızla, hep birlikte ya da ayrı köşelerde oturduğumuz doğal ortamlarla, ağaçlarımızın yüksekteki meyvelerini yiyen ve onları birbiriyle buluşturup çoğaltan kuşlarla, mahallemizi koruyan köpekler ve fareleri kovalayan kedilerle, keşke aramızda barınabilseler sincaplarla, gececi yeraltı bahçıvanı kirpilerle, sokakta güvenle birlikte oynayabilecek çocuklarımız arasında, evlerinde yalnızlığa hapsolmadan mahalledeki çardakta sohbet eden ve çocuklara göz kulak olan yaşlılarımızla, gizli-gizsiz işsiz olanlarımız, okulu bitirip sınav sonucu bekleyen yeni mezunlar ve öğrencilerle, komşularımızla bağlarımız..

İş yerimizde, iş yerimizle evimiz arasında, hatta evimizin içinde, yediklerimizle üretim yerleri arasında, pazarcılar ve bakkalla.. Ya da yaptığımız işle sonuçları arasında, çocukken hayal ettiklerimiz ve bugün yaşadıklarımız arasında, yaptıklarımız ve tutkularımız arasındaki bağlantılar..


Saymakla bitmeyecek bağlantılarımız var. Ya da öyleydi. Öyle olunca daha mutlu, güçlü ve dayanıklı oluyoruz. İlişkiler, şeylerin/bizlerin birbirine göre konumlanması ve bağlantılanması devamlı, kalıcı, birbirini destekler biçimde olabildiği sürece her bir birey de daha sağlıklı, dayanıklı ve yaratıcı olabiliyor. Böylece sistem, daha gelişmiş, düşünsel, sosyal ve enerji akışı açılarından daha zenginleşmiş bireyler arasında sürekli evriliyor, yeniden oluşuyor, çeşitleniyor, güçleniyor. Çeşitlilikte bereket var. Kalıcı olmuş, uzun süredir varolabilmiş, bu sırada da gelişmiş döngüler yüksek çeşitliliğe sahip döngüler oluyor.

Kalıcı bir döngüsel sistemin en önemli özelliği de, kendi kendine yeterli olabilmesi, enerji akışını en zengin şekilde kullanarak enerjiyi ( ya da maddeyi, mineralleri, iş gücünü, bilgiyi ..) kendi içinde çevirmesi, “hal”ini değiştirmesi, değiş/tokuş yapması ve sistem dışından madde - enerji almaya gerek duymadığı gibi, dışarıya da madde - enerji ya da “atık” vermemesi. Bu ilişki, tarım gibi elle tutulur konular kadar (sebze >> gıda >> yemek >> kompost >> gübre >> sebze ), sosyal ve ekonomik konular için de geçerli.

Özellikle geçen yüzyılın son yarısından itibaren bağlantılarımızı adım adım yitirdik, yitiriyoruz. Döngüde kopmalar oluyor ve kopan bölgeler karanlıkta kalıyor. Öne çıkan / çıkartılan bağlar ise “gözümüzü kamaştırıyor”, daha doğrusu geçici körlük yapıyor, döngünün diğer taraflarında ne olduğunu görmüyoruz. “Hijyenik” mahallelerimizde çöplerimiz nereye gidiyor, “son moda” kot pantalonlar nasıl üretiliyor, nasıl taşlanıyor, “canlı renkli dolgun” sebzemize kimler, neler katıyor... Bunları göremiyoruz. Bize göz kamaştırıcı şekilde sunulan yaşam biçimlerini kabul ettikçe, kendi tercihimizce bir yaşam yaratmak için değil, sistemin yürümesi için varmışız gibi geliyor bana. Üretmek ve tüketmek için, mevcut sistemin işçileri olarak varız sanki.

Oysa ağın gözlerden saklanan, göldege bırakılan bölümlerine bakarak, görmeye, anlamaya ve onarmaya çalışarak 30-40-50 yıl öncesi gibi bütünsel bir görüşü yeniden yakalayabiliriz. Durup, durdurup kopan – bozulmuş bağlantıları yeniden kalıcı olacak şekilde kurabiliriz. Zaten yakında bunu yapmaktan başka seçeneğimiz kalmayacak.


Bu sözler soyut gelmesin sakın, çok somut şeylerden sözediyorum. Döngülerin görmediğimiz yönlerini sorgulayarak bile ilk adımı atabiliriz. Sağlıklı çözümleri öncelikle arayarak, talep ederek ve üreterek pek çok alanda hemen sonuç alabiliriz. Gündelik yaşamımızda elimizin değdiği şeyler, nefesini hissettiğimiz canlılar o andan önce ve sonra nerede oluyorlar, oraya nasıl geliyorlar?. Gıda döngüsü; endüstriyel sebze ve endüstriyel hayvansal ürünlerin elde edilişi, suyun döngüsü, giysilerimiz ya da mobilyalarımız, kullandığımız enerji, aldığımız ve kullandığımız bilgiler… Nereden gelip nereye gidiyorlar..

Bunları sorguladığımızda ve alternatif yöntemleri (belki de asıl olan onlar) araştırdığımızda, değişimin ne kadar kolay olabileceğini göreceğiz. Tek dikkat etmemiz gereken, önümüze sunulan ışıltılı şeylerin dışında, karanlığa itilen bir şeyler varlığını ve dayatılan (“gözümüzü boyamak için süslenerek sunulan” mı demeliydim?) yöntemlerin alternatifinin olduğunu her zaman anımsamak.
Bilgi arayana gelir.
17.07.2012