2013/10/12

Eğlenceli Değilse, Sürdürülebilir Değildir


Bu yazı ilk olarak TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi dergisi “dosya”nın “Mimarlığı Sosyolojik Olarak Anlamak” başlıklı 30. sayısında (Mart 2013) yayınlanmıştır.
Eğlenceli Değilse, Sürdürülebilir Değildir
Z. Ebru Aksoy[1]
Lise son.. Bir dönemin sonu ve yaklaşan yeni dönemin verdiği heyecan. Tüm arkadaşlarda geleceğe yönelik hayaller, düşünceler. Umut dolu, değişim döneminin keyfini çıkartan, enerjik aylar. (Lise son benim için güzel bir yıldı gerçekten). Meslek seçimi telaşı. Her kafadan bir ses, bir de iç ses. Düşler. Bir şeyi “yapmak istiyorum” demenin verdiği benzersiz enerji. Yoğun, dolu dolu ama bereketli bir geçiş dönemi.              
Mimarlık 1. Sınıf.. Lisenin en kıdemlisi olmaktan, fakültenin en acemisi olmaya geçiş. Yepyeni bir ortam. Bir yandan “mimar olmak istiyorum” demiş ve amaca doğru ilk engeli aşıp yeni bir aşamaya umutla ulaşmış olmanın verdiği müthiş bir içsel güç ve güven. Diğer yandan, yeni bir mekânda, fiziksel ve daha da önemlisi sosyal ortamda yabancı, hatta “çaylak” hissetmenin verdiği tedirginlik. Liseden tanıdıklarla, lisedeyken yakın olunmasa bile, bu yeni ortamda hemen bir araya geliş. Farklı bir ilden geliniyorsa, memleketlilerin ilk günlerdeki dayanışması. Tasarım stüdyosunun o geniş, rahat, lise sınıfından çok farklı hali.. Heyecanla ve güvenle karışık büyük bir ilgiyle hocaları, konuşulanları,  istenenleri takip ve gayret.. Arkadaşlarla tanışma, grup projeleri, yeni bağların oluşması.
Mezuniyet.. Okulun o ilk günlerindeki yapıcı ve parlak enerji ne yönde dönüşüp hangi yolu aydınlattıysa, onun ışığında yeni adımlar. Yaşamın sunduğu  yollar arasından bir seçim..
İşte bu noktada, heyecan ve merakla yapı üretim süreçlerine dahil olan yeni mezun bir mimarın, hangi özel çalışma alanında olursa olsun; tasarım, üretim, kontrol ya da planlama, umutlarının artık kırılmaya, heyecanın körelmeye başlama olasılığının yüksek olduğunu söylemem sanırım kabul edilebilir bir genelleme olur. Akademik ortama girmeyen çoğumuz, eğer köfteci olmadıysak[2], mezuniyetimizden itibaren, geçerli yapı üretim süreçlerinde bir yerlere oturuyor ve sürüklenmeye başlıyoruz. Yapının ihtiyaç için değil, değişim değeri için üretildiği çağımızda, yapı üretimindeki kriterler en baştaki hayâllerimizden ya da okulda kök salan tutkularımızdan çok farklı olabiliyor.. Bu değişim değeri üretim bandında hemen yerimizi alıyor, çarkın bir parçası haline geliyoruz. Ürettiğimiz fikir / proje / yapı, kısacası “ürün”ümüzle tarih boyu varolagelmiş bağlantımız kopuyor.
Sorunun sadece mimarlık pratiği ile de sınırlı olmadığı çok açık. Küçük hücrelere bölünmüş bilgi ve meslek pratikleri, aralarında dayanışma yerine rekabet yerleştikçe, bizleri bir konunun bütününü görmek, tasarlamak ve üretmek yerine, birbirinden kopuk, küçük uzmanlık alanlarına hapsediyor. Bütünü göremediğimiz, rekabete ve  kısa dönemli kâra uygun çalışılan, güvensiz, dar ve karanlık mekân ve uzamlarda, sadece önümüzdeki işin parçasını yapmaya, öncesini sonrasını görmemeye, hatta sorgulamamaya itiliyoruz. Sıkıştırıldığımız, fiziksel ve zihinsel hücrelerde bir şeyler üretmemiz bekleniyor. Çoğu zaman bu beklenen tanımlı bir somut ürün oluyor. Düşünmeyi, incelemeyi, yorumlamayı, yaratmayı değil, bilinen bir şeyi yeniden üretmeyi görev tanımımız olarak buluveriyoruz, hem de hiç farkına varmadan. Bu durum, sadece mimarlar ya da yapı üretim süreçlerindeki meslekler değil, yeni kapitalist sistemdeki tüm çalışanlar için geçerli.
Üretim süreçlerinin etkileri bununla da sınırlı değil. Daha kötüsü, toplumsal dokuda oluşan kopukluklar. Birbirimizle ilişkilerimizi, toplumsal bağlarımızı da yitiriyoruz ya da zaten bu bağların yitmiş olduğu ortamlarda doğup büyüdüğümüz için, başka türlüsünü tahayyül dahil edemez hale geliyoruz. Geçmişlerimizde dayanışma toplumlarını, sadece ihtiyaç kadar üretilmesini ve paylaşımları, artık yazılı ve sözlü tarih çalışmalarından okuyor, duyuyoruz. Mesleki uygulamalarımızda, endüstriyel bir üretim sürecinin üretim hattındaki izole “elemanlar”[3] haline geliyoruz. Kültür ve mekân, kompartmanlara bölünerek birlikte parçalanıyor, çözülüyor.
Bir yandan, mimarlığın içsel çelişkilerinden birini; kolektif iş yapma/ekip çalışmasının bereketine karşılık, bireysel baskınlığın arz ve talebi arasındaki gerilimi, rekabet ve bireyselcilik kazanıyor. Varlık nedeni gereği diğer uzmanlıklarla, üreticilerle ve kullanıcı ya da işverenle yapıcı iletişimi içermesi, uyumlu bir ekip dayanışması olması gereken mimarlık alanı, mevcut hakim düzende mimarın kendini baskın ve ezici güç, “Mimar”[4] olarak sunmak zorunda kaldığı bir güçler şovu haline geliyor. Dayanışma ve açık fikirle proje üretimi ortadan kalkıyor, bireysel rekabet her aşamada ön plana çıkıyor. Diğer yandan, kullanıcı ile bağlar kopuyor. Mekânın sunacağı yaşam bir kenara itiliyor, kullanıcının tasarlanan mekânlardaki deneyimi tasarlanmak yerine, adeta moda dergilerinden beğenilip seçilmiş “form”a uygun olacak şekilde tüm iç düzenlemeler planlanıyor. Mimarlık yaşayan mekân / yer’in değil, modaya uygun nesnelerin tasarımına indirgeniyor[5]. Yapılar “moda” ve “reklâm” yoluyla yeni tüketim nesnesi haline geliyor.
Bu süreç tüm meslekler için, hatta tıp için bile böyle işliyor[6]. Ancak bu noktada, mimarlık gibi bir ayağı yaratıcılıkta diğeri de uygulama pratiklerinde olan meslek sahiplerinin hakim kapitalist / endüstriyel iş üretme süreçlerinden özel olarak etkilendiklerini söyleyebiliriz. Mimarlık okumaya karar verenlerin, karar dönemindeki birikim ve farkındalıkları, arzuları, beklentileri birbirlerinden çok farklı olsa da, tüm bu hayâllerde mutlaka çevre ile ilgili bir duyarlılık, bir tutku ön plandadır. Çevreye, ilişkilere yönelik adı henüz konmamış bu duyarlılık, mimarlık eğitiminden sonra ve bu eğitim sayesinde, bütünü görebilmeyi ve tasarlamayı, bütün, “bütün”ler ve parçalar arasındaki ilişkileri tahayyül edebilmeyi düşünsel ve algısal dünyamızın doğal akışı, işleyişi haline gelir. Tam da bu yüzden, kapitalist iş üretim süreçlerinde mimarlık ya da daha genel olarak (her türlü) üretim süreçlerinde ve ortamlarında çalışmak, mimarları daha yoğun olarak mesleki arayışlara itiyor olabilir mi? Mimarlık okuyup başka işler yapan bireylerde sözü edilen bütünsel bakış, sisteme daha (?) yoğun eleştiriler ve arayışta, somut adım atmada etkili olabilir mi? Diğer açıdan baktığımızda da şu soru çıkıyor; doğaya, toprağa, coğrafyaya doğrudan müdahale içeren yapı üretimi, bu sürece dahil olanlarda doğaya yönelik farkındalık, sorgulama ve uyum arayışını hızlandırıyor olabilir mi?
Mesleki tatmin, eğitim aldığı alanda çalışma oranı, iş ortamından ve gündelik olarak yaptığı işlerden memnuniyet konularında nesnel araştırmaların değeri büyük. Burada, nesnel araştırmalara değinmeden, günümüzde giderek yaygınlaşan sürdürülebilir yaşam odaklı deneyimlerin arayışlarımıza katkıları üzerinde kısaca durmalı.
SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM
Sürdürülebilirlik takip edilmesi olanaksız olacak kadar çok farklı şekillerde, farklı anlam ve işlevlere hizmet etmek üzere kullanıldığından, her ortam ve durumda öncelikle bundan ne anladığımızı paylaşmak zorunlu gibi [7]. Sürdürülebilirlik kavramı ile sürdürülebilir yaşamı kastediyoruz, olanaksızlığı çok açık olan sürdürülebilir büyüme ya da sürdürülebilir kalkınmayı değil. Kavram ilk olarak 1972’de The Ecologist dergisinde yayınlanan, etkileyici makale “A Blueprint For Survival (Hayatta Kalmak için Bir Plan)”da irdelendi. Yazarlar, Goldsmith ve Prescott-Allen, “Endüstriyel yaşam biçimin temel sorunu sürdürülebilir olmamasıdır” derken, metin boyunca sürdürülebilirlik ve kalıcılık kavramlarını adeta birbirinin yerine kullanırlar [8],[9]. Geçen zaman içinde uzmanlar da, uzman olmayanlar da sık sık sürdürülebilir kavramını ve türevlerini oportunist amaçlar için kullandılar, kullanıyorlar. Günümüzde, kavramın tanımı için, Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun önerisi olan, “günümüzün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılama olanaklarını ortadan kaldırmadan karşılamak” kullanılabilir. Akıllarda kalması için, tam da şu anda küresel olarak içinde olduğumuz sürdürülemez düzen,i  ekonomist ve aktivist Jonathan Dawson’ın benzetmesiyle ifade edelim; “sadece elmayı değil, elma ağacının kendisini de yiyoruz”. Sürdürülebilirlikle, ağacın bizden sonrakilere de yeterli meyve verecek şekilde hasat edilmesininden sözediyoruz.
Bu yaklaşım kısıtlı kaynakların kullanımının incelenmesinden çıktıysa da, kısa sürede, kavramsal çerçeve zenginleşerek farklı gerçeklikler için de uygulanmaya başladı. Sosyal ve ekonomik gerçekliklere sürdürülebilirlik gözüyle bakmak, tamamen tükenmeden yaşamı sürdürebilmenin, Goldsmith ve Prescott-Allen’in makalelerindeki önemli vurgu gibi, kalıcı olabilmenin esaslarını yeni bir gözle (mimarsanız, yeni bir yapı içerisinde) görmemizi sağladı. Ralph Waldo Emerson’ın kendine yeterlilik, sevgi, dostluk, kavramlarından[10], H. D. Thoreau’nun yaşam etiğinden[11], Schuamcher’in “Küçük Güzeldir”[12] ve başka pek çok önemli çalışmadan aktarılan düşünceler günümüzde, Birleşmiş Milletler tarafından da kabul edilen “Gaia Sürdürülebilirlik İçin Eğitim”[13] eğitim paketinde yeniden şekillendi.  Gaia Sürdürülebilirlik İçin Eğitim sisteminin bir parçası olan Permakültür Tasarımı Eğitim programında sürdürülebilirlik şu dallarla inceleniyor:
Sürdürülebilirliğin 8 Dalı[14]
1.    Ekolojik sürdürülebilirlik; “yer”, gıda, fiziksel altyapı (ekolojik yapılar ve ulaşım), geri dönüşüm şemaları, suya özen ve atık Su Yönetimi, entegre yenilenebilir enerji sistemleri, ekolojik restorasyon
2.    Sürdürülebilir eğitim: Bireyleri ve toplumları, yaşadıkları dünyayı şekillendirecek ve daha kendilerine daha yeterli (self-reliant) olmalarını sağlayacak bir eğitim. Kapsamda küresel, uygulamada yerel, kültürel çeşitliliği koruyan, teori ve uygulamanın içiçe olduğu, yaşamın özündeki çok katmanlılığa odaklı ve disiplinlerarası bir eğitim..
3.    Kültürel sürdürülebilirlik: Kültürel canlılık, sanatsal ve diğer kültürel ektinliklerin ve kutlamaların varlığıyla sürebilir. Yaratıcılık ve sanatlar dünyayla ve birbirimizle ilişkilerimizib ve bir olmanın yaratıcı ifadeleri olarak görülür. Kültürel çeşitlilik ve kültürlerarasılık, hem doğal çevremizde hem de toplumsal ilişkilerde sağlığın, canlılığın ve yaratıcılığın kaynağı olarak görülür.
4.    Ekonomik sürdürülebilirlik: Ekonomik sistemlerin, değer değişimlerinin yerelleşmesi, her zaman yerel ihtiyaçların yerel kaynaklardan nasıl karşılanabileğinin araştırılması. Bireylerin toplumun / grubun ihtiyaçlarını karşılayacak, toplumsal dayanışmayı zenginleştirecek, kendilerini gerçekleştirebilecekleri, kirlilik yaratmayan, insan ve/ya doğal kaynakları sömürmeyen iş kollarına yönelmesini cesaretlendirmek. Takas, zaman bankası, gönüllülük gibi toplumsal dayanışma araçlarını etkin olarak kullanan, işsizliğin ve fakirliğin olmadığı, tüm bireylerin topluma severek katkı verebildikleri bir ekonomik düzen..
5.    Politik sürdürülebilirlik: Yukarıdaki / dışarıdaki güçten, içsel / toplumsal güce geçiş. Katılımcı karar alma süreçleri ve doğrusal değil dairesel düzenleme ile herkesin sesinin duyurabileceği, kendini dairenin parçası hissedebileceği ölçekte yerleşimler.. 
6.    Sürdürülebilir İletişim:  Grup / topluluk içinde ve dış dünyayla yeterli/uygun iletişim teknolojilerin yaygınlığı. Grup içindeki yetenek ve diğe değerlerin paylaşımı ve dış dünya sunulması. Yapıcı, destekleyici bireyler arası iletişim ve dayanışma..
7.    Spiritüel sürdürülebilirlik: Tüm bireylerin kendi spiritüel tercihlerini, kutlamalarını ve diğer ritüellerini yaşayabilmeleri, bireysel olarak özel alanlar olduğu kadar toplum olarak da kutlama ve paylaşımları birlikte yapabildikleri alanların olması.   
8.    Sürdürülebilir Sağlık: Basit sağlık hizmetlerinin yerel olarak giderilebilmesi ve eğlence, oyun, müzik, hobi, doğa ve şifa, sağlıklı gıdaya erişim olanaklarının olması..
Sürdürülebilirliğe dair bu alanların büyük bir bölümü aslında mekân tasarımıyla ve bunun için gereken pratiklerle doğrudan ilişkili. Sadece bir tüketim maddesi değil, topluma yararı olan, doğaya ve ekolojik döngüye katkı sağlayan işlerin parçası olabildiğimizde sanırım hangi meslekten olursak olalım, hepimiz, kendimizi daha bütün, daha bağlantıda, daha mutlu hissediyoruz. Özellikle sıkışmanın artmaya devam ettiği Türkiye’ki kentlerde yaşayan mimarların ve/ya mimarlarla benzer sosyo kültürel birikime sahip bireylerin arayışları giderek artıyor. Bu arayışların fiziksel olmanın ötesinde sosyal ilişkilere de yönelik, hatta öncelikle bunlarla ilgili olduğu düşüncesiyle, sistemin dışına çıkmaya yönelik çabaların ve sonuçlarının daha çok paylaşılabildiği ortamları umalım. Şartların meslek sahiplerini ittiği daralmanın bireysel olmadığı ve çok kişiyle paylaşıldığının bilinciyle anımsayalım ki, EĞLENCELİ DEĞİLSE, SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİLDİR[15].
*    *    *
İş hayatının bir aşamasında. Bir yandan yoğun, çok yoğun iş yaşamı. Bir yandan seçimlerin muhasebesi, içsel değerlendirmeler. Rutine binen ve insanı tüketen işler, bu işlerin sorgulanması. Arayışlar, daha büyük heyecanla yapılacak işler  neler olabilir? Geçiş nasıl yapılır?..
Bir gün, ön elemeden geçilerek davet edilen bir proje görüşmesine gidilir. Teklif, doğaya, hem de benzersiz güzellikte ve berekette iki ayrı ekosistemin, deniz ve ormanın buluşup kucaklaştığı, birbirlerine su, ısı, rüzgâr, koku, canlı alıp verdikleri çok özel bir alana, insan yapımı bir garabet, kendine yetmediği gibi çevresini de perişan edecek, orada olacaksa çok başka şekillerde yapılması mümkün olan, en basit duyarlılıklardan uzak, ama işte bir defa renkli mimarlık yayınlarından seçilmiş ve işaretlenmiş bir ucubenin gerçekleşmesine suç ortaklığı yapmayı içermektedir. İşte o zaman, mimarımız lise sondaki hayallerini anımsar ve projeye dahil olmayı reddeder. “Hayır” demenin verdiği güç, sonunda yepyeni (aslında çok eski ve çok gerçek), yürekten severek kendini adayabileceği, birlikte yaratabileceği yönlere gitmesi için bundan sonra hep onunla olacaktır.


[1] Mimar, Permakültür Tasarımcısı.  z.ebru.aksoy@gmail.com , http://degisimicinyaratim.blogspot.com/
[2] Mezun olduğum ODTÜ Mimarlık bölümünde, sonraları çok sevdiğim bazı hocalarımızca sık kullanılan ve bizleri birinci sınıfta hayata hazırlamaya (..diyelim) yönelik bir ifade “köfteci olacaksanız boşuna mimarlık okumayın” idi. Herhalde amaç, niyetimizin gücünü sınamaktı. Şimdilerde, iyi bir köfteci olmak için de mimarlık okumak gerektiğini düşünüyorum.
[3] İki anlamıyla da.. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre; 1. Öge, 2. Bir toplulukta çalışan insanların her biri.
[4] C. Abdi Güzer’in çeşitli yazı ve konuşmalarına atıfla, “mimar” ve “Mimar” arasındaki fark vurgulanmak istenmiştir. “Mimar”, proje tasarımı yapar, “mimar” ise diğer tüm işleri.
[5] Modern mimarlığın önemli isimlerinden Richard Meier’in mimarlığın bina değil kamusal alan tasarımı olarak ele aldığı özellikle Los Angeles Getty Müzesi üzerinden yaptığı konuşma için; http://www.archdaily.com/205401/video-richard-meier-on-creating-public-spaces/ (02.10.2012)
[6] Günümüzde hekimliğin durumuna ilişkin gözlem ve eleştiriler için ilk akla gelen kaynak: İilknur Arslanoğlu’nun editörlüğünde bir grup tıp doktorunun makalelerinden oluşan kitap, Tıp Bu Değil, insanı metalaştıran tıbbı, toplum karşıtı politikalara dayanan “sağlıkta dönüşüm”ü inceliyor. İthaki Yayınları,  2012.
[7] Eko- ön eki almış sözcükler için de aynı şey geçerli. Permakültür ise, bütünüyle dilimize yabancı duran, üstelik maalesef temelinde tarımdan doğduğu için Türkiye’ye de öncelikle tarım üzerinden girmiş, ancak bununla sınırlı olmayan bir tasarım biçimi ya da doğanın (varsa) tasarım biçiminin incelenmesi ve diğer alanlara uygulanması için ilkeler geliştirilmesi olarak özetlenebilir.
[8] Graham Meltzer’in Sustainable Community, Learning From the Cohousing Model, kitabından aktarmayla, Trafford Yayınları, Kanada, 2005. Syf. 1.
[9] Makalenin bütünü için The Ecologist dergisinin arşivine bakılabilir. http://www.theecologist.info/key27.html (08.10.2012)
[10] R.W. Emerson, The Essays of Ralph Waldo Emerson, Harvard College, 11th edition, 2003, ABD
[11] P. Cafaro, Thoreau’s Living Ethics, The University of Georgia Press, 2004, Atina ve Londra.
[12] E. F. Schumacher, Küçük Güzeldir, çev. Osman Deniztekin, Cep Kitapları, 1989, İstanbul.
[13] Gaia Education For Sustainability, http://www.gaiaeducation.org/ (08.10.2012)
[14] Findhorn Ekoköyünde, Ekoköy / Permakültür Tasarım eğitimi programında dağıtılan çok yazarlı kitapçıktan syf. 22-28. Ayrı bir yayın olarak basılmayan çalışmanın alternatifleri için Gaia Education web alanına bakılabilir. http://gaiaeducation.net/index.php?option=com_content&view=article&id=48&Itemid=66 (08.10.2012)
[15] "If it's not fun, it's not sustainable": Findhorn Ekoköyünde, 2011 Ekoköy / Permakültür Tasarım eğitimi grubumuzun sloganı. Dünyanın on beş farklı ülkesinden dostlara sevgiyle..

2013/08/09

BiBi Sultan’ın Fibrosarkoma Direnişi - Kedilerde Fibrosarkom


B kızımda, durup dururken fibrosarkom oluştu. Bir nedeni vardır, ama bunları başka zamana bırakalım.
Elime ilk olarak Ocak ayında (hatta sanırım 19 Ocak) geldi. Karnının sağ tarafında kuru nohut büyüklüğündeydi. Veterinere gösterdim, konuştuk değerlendirdik, beklemeye karar verdik. 2 hafta içinde haşlanmış nohut büyüklüğüne gelince, hem de biyopsi yerine kolay bir şekilde, lokal anestezi ile aldı veterinerimiz. Patolojide fibrosarkom çıktı. Kızımda gerçekten kötücül bir kanser gelişimi beklemediğimden, telaşlanmadan olayı seyrine bıraktık. Bir yandan da enerji ve reiki çalışmalarına başladım.  Belki de çok düzenli yapmadım o ara, rahatlığımdan. Bir süre hiç bir şey oluşmadı. Ama operasyondan yanılmıyorsam 1,5 hafta sonra yeniden bir şeyler oluşmaya başladı.

Neyse bu giriş bölümü. Benim aydınlanmam bundan sonra başlıyor.  

Haziran ortasında az daha ikinci defa ameliyat ediyorduk kuzuyu. Ama ameliyat öncesi testte (bunu ihmal etmeyin kesinlikle yaptırın) kan değerleri, safra kesesi ile ilgili olanlar, iyi çıkmadığından (biri düşük biri yüksek) veterinerimiz ameliyattan vazgeçti. Ben bu olaya, B kızımın direnişinin başlangıcı diyorum. İşte o aşamada yırttı!.. Ben bunun böyle olduğunu şimdi anladım, nerdeyse 2 ay sonra.. 

Ama o zaman aydınlanmamıştım ve 2 haftalık bir Ursofalk tedavisinden sonra az daha yeniden ameliyatı deneyecektim. Bir şeyler oldu, engeller çıktı vs vs. Sonunda fakülteden randevu aldıktan sonra son anda jetonu düşen ben, cerrahi müdahalenin doğru çözüm olmayabileceğini anladım, vazgeçtiğimi söyleyip ameliyatı iptal ettirdim. Ohhhh.. Nasıl da rahatladım!..(Bunun gerçeken doğru bir karar olduğunu sonra öğrendim).
2. ameliyat girişiminden yaklaşık 2 ay sonra, geçen hafta bir noktada yalaması sonucu kanserli hücrelerin olduğu bölgede bir açılma oldu. Onun üzerine oturup okumaya başladım. 

O 2 ay boyunca sık sık enerji verdim ama başka da bir şey yapmadım. Haa.., Ankara’daki evden alıp Çeşme’ye getirdim. Bahçeye saldım. Çok mutlu oldu, birlikte siteyi, parkları, diğer evlerin bahçelerini gezdik. Az hareketi ve dışarıda çoğunlukla iyi bir konum bulup oturması dikkatimi çekmeye başladı böylece.. 

Burada, bu süreçte ulaştığım bilgileri ve BiBi kızım üzerindeki sonuçlarını anlatacağım. Zerdeçal, keten tohumu, elma sirkesi, vitamin C ve beta glukan takiyesi, hatta kudret narı ve deve dikeni bile karşıma çıktılar.. Kudret narı öncelikle salkımında meyve olarak Datça’da karşıma çıkınca bir anda anlamadım, ama sonra bağlantıları kurabildim!. :)

Bütünsel şifa ve destekleyici doğal maddelerle o kadar güçlüyüz ki aslında. Bunu bilmek ve kullanmak zamanı herhalde.. Kızım muhteşem bir Bombay, zaten büyücüdür. E, bende de biraz şifacılık var sanırım. Bunları biraz araştırma ve bilgiyle destekleyerek kuzumdaki hızlı büyüyen, aşırı telaşlı, DNA’sı deforme olmuş hücrelerin büyümesini durduracak ve mevcut hücrelerin de yokolmasını sağlayacağız. 

Detaylarına bir sonraki yazıda girmek üzere şimdilik şunu söyleyim. Yaşam çok güzel ve sürekli akıyor. İlgi, sevgi, özen ve dolu dolu yaşanmak istiyor. Aklınıza gelen şeyi anında yapmanınızı istiyor. Yaşadığımız şeyleri iyice anlayabilmek, görebilmek, karşısında ne yapmamız gerektiğini sorgulamak, sezmek ve elbette harekete geçmek önemli.

BiBi kızıma bana bunu hatırlattığı için çok çok teşekkürler.  Boynundaki “elizabet” (yakalık) yüzünden bana biraz gönül koysa da, onun müthiş direncine ve halden anlamasına, gerektiğinde, dinlersem duyacağım şekilde, derdini bana kibar kibar gösterebilmesine hayranım.. Yardım istemeyi de bilmeli.

Yettim Kuzum, geldim yardımına..Diren BB!!

2013/03/22

Tanal Çiftliğinde Bir Gün


Elmalı – Kalkan yolu üzerinde, Akçaeniş Köyü yol ayrımında indim dolmuştan. 7:30’da Antalya’dan kalkan araç, 9:45 gibi tam o noktaya vardı.
(google haritalar'da "Elmalı, Akçaeniş Köyü Yolu, Akçaeniş" araması yapabilirsiniz)

Bir süredir ürünlerini Doğal ve Bilinçli Beslenme grubu (http://ankaradbb.wordpress.com/üzerinden kargo ile aldığım, ama daha önce hiç görmediğim Serdar Tanal, çok şık koyu mavi kadife bir pantalon ceket ve beyaz dik yakalı kazakla güçlü ve yerden yüksek Renault 12’sinin yanında bekliyordu. Serdar ve Serpil Tanal’ın yoğun günlük programlarında bir de böyle arada çat kapı gelenlere gösterilen özel ilgili ve ayırılan zaman olduğunu o anda daha net algıladım.
Traktör için mazot, araba için gaz alırken benzinci ile Serdar, araka ekmenin uygun zamanı üzerine konuştular. Ay yükseliyordu, ama toprak da tam tavındaydı. Ertesi günlerde yağmur bekleniyordı. Sanırım aynı köylü olan benzinci, ay yükselirken kurt ve böceklerin daha etkisiz olacağını, ekim için uygun zaman olduğunu söylüyordu. Öyte yandan, ay yükselirken tohum ekimi ay takvimine, biodinamik tarıma uygun değildi.
Eve gittiğimizde Serpil karşıladı. Serdar’ın eşi, yoldaşı, kargo ile ürün alırken hiç sesi çıkmayan kahraman. Tüm işleri Serdar ve Serpil’in tek başlarına yürüttüğünü o zaman anladım. Ve tabii anne, Ayşe teyze.. Son günlerde sağlığı çok yerinde olmasa da, çiftliğin ve evin taşıyıcı direklerinden biri.
Ve tabii, hayvanlar.. Tavuklar, birer buzağısı olan Aliye ve Banu, evin akşam bekçisi, Bekçi, bebeleriyle birlikte koyunlar ve bir keçi..
Aliye
Yemek..
inceleniyorum.


        

 


Sonra Serdar beni köy çevresinde gezdirdi. Ovanın sınırlarında, dağların eteklerindeki taş ocaklarını, köy mezarlığını, DBB grubu için Serdar’ın diktiği fideleri, hayvanların otlaması için ayrılan yonca tarlalarını gördüm.  Serpil’in çok kısa sürede hazırladığı nefis bir öğle yemeğinden sonra da, arada yapılan telefon görüşmeleri, değerlendirmeler sonucunda ekime karar verildiği için araka tohumlarını toprakla buluşturmak üzere tarlaya doğru yola çıktık. Bir bölümü ekilmiş alanın 8 dönümüne, araka ektik. Araka tohumlarının şansları bol olsun, toprağa güzelce tutunup boylansınlar.


DBB ORMANI : Serdar Tanal'ın dikip baktığı DBB ormancığı..



Döndüğümüzde Eren okuldan gelmişti. Ama arkadaşlarıyla olduğundan bana gelip candan bir “hoşgeldiniz” dedikten sonra yine ortalardan kayboldu. Taa ki yemek saatine kadar.. Yemekte, benzersiz lezzette yemeklerle, bol sebze ve lavaşla donatılmış bir sofrada Serdar’ın türküleriyle ve elbette rakısıyla çok güzel saatler geçirdik. Yemekten sonra Eren’le satranç oynadık. Ne kadar hevesli, dikkatli olduğunu, hiç vazgeçmeden daha iyi oynamaya çalıştığını gördüm ve hayran kaldım. Ama tabii nasıl yattığımızı anımsamıyorum.. 

Çok dinlendirici, adeta yeniden yaratan bir uykudan sonra, sabah, Serpil hemen işe koyuldu. Ocağı yaktı, kargoya vermek üzere peynirin sütünü hemen ocağa koydu. Kahvaltıyı hazırladı. O sırada peyniri mayaladı, Eren’i okula hazırladı. Satranç oynayalım diye gözünü açan Eren, Akçay’daki okula eğitim servisine zor yetişti. Mayalanan peyniri torbalayıp sertleşmeye bıraktıktan sonra biz de kahvaltımızı ettik ve hızla toplanmaya başladık. İnek ailesi akşam yerleştikleri ahırdan, tavuk ailesi de kümeslerinden çıkartıldılar, geceleri serbest olan Bekçi, kendi güvenliği için bağlandı.


PEYNİR YAPILIYOR : Serpil, sabah hemen çabucak peynir yaptı.


Beni yolcu edip kargoya verecekleri peynir ve elmalarla günlerine devam etmek üzere Serpil ve Serdar’la yine dün aynı saatlerde buluştuğumuz Elmalı yolu sapağına doğru yola çıktık.
Dolmuşta bir yandan benzersiz özellikleriyle elmalı ovasının ucu bucağını görmeye çalışırken, aklım yüreğim, Akçaeniş köyünde kaldı. Gelip görmeden, burada az da olsa yaşamadan, burayı hiç ama hiç duyumsayamıyoruz, değerini, yaşanan zorlukları ve neşeyi hiç bilemiyoruz. İyi ki bir son dakika kararıyla gitmişim Tanal Çiftliğine.. Türkiye’deki en iyi 5 organik üreticiden biri olan, 17 yıldır 100 dönüm arazide sadece ekolojik tarım yapan, deneyerek öğrenen, bölgenin doğal ve kültürel değerlerinin ateşli savunucusu, Doğal ve Bilinçli Beslenme grubunun lokomotiflerinden Serdar ve Serpil Tanal’ı, Tanal Çiftliği’ni anlatmak bu yazıya sığmaz. Belki de hiçbir yazıya sığmaz. Gidip görmek, orada yaşamak gerek...



Tanal Çiftliği ile ilgili detaylı bilgi için:





tarla yolunda
hayvanlar geceleme için ahıra doğru gidiyor


    Yonca tarlası




ve tabii ki Bekçi..