Bu yazı ilk olarak TMMOB Mimarlar Odası
Ankara Şubesi dergisi “dosya”nın “Mimarlığı Sosyolojik Olarak Anlamak”
başlıklı 30. sayısında (Mart 2013) yayınlanmıştır.
Eğlenceli
Değilse, Sürdürülebilir Değildir
Z. Ebru Aksoy[1]
Lise son.. Bir dönemin sonu ve yaklaşan yeni
dönemin verdiği heyecan. Tüm arkadaşlarda geleceğe yönelik hayaller,
düşünceler. Umut dolu, değişim döneminin keyfini çıkartan, enerjik aylar. (Lise
son benim için güzel bir yıldı gerçekten). Meslek seçimi telaşı. Her kafadan
bir ses, bir de iç ses. Düşler. Bir şeyi “yapmak
istiyorum” demenin verdiği benzersiz enerji. Yoğun, dolu dolu ama bereketli
bir geçiş dönemi.
Mimarlık 1. Sınıf.. Lisenin en
kıdemlisi olmaktan, fakültenin en acemisi olmaya geçiş. Yepyeni bir ortam. Bir
yandan “mimar olmak istiyorum” demiş ve amaca doğru ilk engeli aşıp yeni bir
aşamaya umutla ulaşmış olmanın verdiği müthiş bir içsel güç ve güven. Diğer yandan,
yeni bir mekânda, fiziksel ve daha da önemlisi sosyal ortamda yabancı, hatta “çaylak”
hissetmenin verdiği tedirginlik. Liseden tanıdıklarla, lisedeyken yakın
olunmasa bile, bu yeni ortamda hemen bir araya geliş. Farklı bir ilden
geliniyorsa, memleketlilerin ilk günlerdeki dayanışması. Tasarım stüdyosunun o
geniş, rahat, lise sınıfından çok farklı hali.. Heyecanla ve güvenle karışık
büyük bir ilgiyle hocaları, konuşulanları, istenenleri takip ve gayret.. Arkadaşlarla
tanışma, grup projeleri, yeni bağların oluşması.
Mezuniyet.. Okulun o ilk günlerindeki yapıcı
ve parlak enerji ne yönde dönüşüp hangi yolu aydınlattıysa, onun ışığında yeni
adımlar. Yaşamın sunduğu yollar
arasından bir seçim..
İşte bu noktada,
heyecan ve merakla yapı üretim süreçlerine dahil olan yeni mezun bir mimarın,
hangi özel çalışma alanında olursa olsun; tasarım, üretim, kontrol ya da
planlama, umutlarının artık kırılmaya, heyecanın körelmeye başlama olasılığının
yüksek olduğunu söylemem sanırım kabul edilebilir bir genelleme olur. Akademik
ortama girmeyen çoğumuz, eğer köfteci olmadıysak[2], mezuniyetimizden
itibaren, geçerli yapı üretim süreçlerinde bir yerlere oturuyor ve sürüklenmeye
başlıyoruz. Yapının ihtiyaç için değil, değişim değeri için üretildiği
çağımızda, yapı üretimindeki kriterler en baştaki hayâllerimizden ya da okulda
kök salan tutkularımızdan çok farklı olabiliyor.. Bu değişim değeri üretim
bandında hemen yerimizi alıyor, çarkın bir parçası haline geliyoruz. Ürettiğimiz
fikir / proje / yapı, kısacası “ürün”ümüzle tarih boyu varolagelmiş bağlantımız
kopuyor.
Sorunun sadece
mimarlık pratiği ile de sınırlı olmadığı çok açık. Küçük hücrelere bölünmüş
bilgi ve meslek pratikleri, aralarında dayanışma yerine rekabet yerleştikçe, bizleri
bir konunun bütününü görmek, tasarlamak ve üretmek yerine, birbirinden kopuk,
küçük uzmanlık alanlarına hapsediyor. Bütünü göremediğimiz, rekabete ve kısa dönemli kâra uygun çalışılan, güvensiz, dar
ve karanlık mekân ve uzamlarda, sadece önümüzdeki işin parçasını yapmaya,
öncesini sonrasını görmemeye, hatta sorgulamamaya itiliyoruz. Sıkıştırıldığımız,
fiziksel ve zihinsel hücrelerde bir
şeyler üretmemiz bekleniyor. Çoğu zaman bu beklenen tanımlı bir somut ürün
oluyor. Düşünmeyi, incelemeyi, yorumlamayı, yaratmayı değil, bilinen bir şeyi
yeniden üretmeyi görev tanımımız olarak buluveriyoruz, hem de hiç farkına
varmadan. Bu durum, sadece mimarlar ya da yapı üretim süreçlerindeki meslekler
değil, yeni kapitalist sistemdeki tüm çalışanlar için geçerli.
Üretim
süreçlerinin etkileri bununla da sınırlı değil. Daha kötüsü, toplumsal dokuda
oluşan kopukluklar. Birbirimizle ilişkilerimizi, toplumsal bağlarımızı da yitiriyoruz
ya da zaten bu bağların yitmiş olduğu ortamlarda doğup büyüdüğümüz için, başka
türlüsünü tahayyül dahil edemez hale geliyoruz. Geçmişlerimizde dayanışma toplumlarını,
sadece ihtiyaç kadar üretilmesini ve paylaşımları, artık yazılı ve sözlü tarih
çalışmalarından okuyor, duyuyoruz. Mesleki uygulamalarımızda, endüstriyel bir
üretim sürecinin üretim hattındaki izole “elemanlar”[3] haline geliyoruz. Kültür
ve mekân, kompartmanlara bölünerek birlikte parçalanıyor, çözülüyor.
Bir yandan,
mimarlığın içsel çelişkilerinden birini; kolektif iş yapma/ekip çalışmasının
bereketine karşılık, bireysel baskınlığın arz ve talebi arasındaki gerilimi,
rekabet ve bireyselcilik kazanıyor. Varlık nedeni gereği diğer uzmanlıklarla,
üreticilerle ve kullanıcı ya da işverenle yapıcı iletişimi içermesi, uyumlu bir
ekip dayanışması olması gereken mimarlık alanı, mevcut hakim düzende mimarın kendini baskın
ve ezici güç, “Mimar”[4] olarak sunmak zorunda
kaldığı bir güçler şovu haline geliyor. Dayanışma ve açık fikirle proje üretimi
ortadan kalkıyor, bireysel rekabet her aşamada ön plana çıkıyor. Diğer yandan,
kullanıcı ile bağlar kopuyor. Mekânın sunacağı yaşam bir kenara itiliyor,
kullanıcının tasarlanan mekânlardaki deneyimi tasarlanmak yerine, adeta moda
dergilerinden beğenilip seçilmiş “form”a uygun olacak şekilde tüm iç
düzenlemeler planlanıyor. Mimarlık yaşayan mekân / yer’in değil, modaya uygun
nesnelerin tasarımına indirgeniyor[5]. Yapılar “moda” ve
“reklâm” yoluyla yeni tüketim nesnesi haline geliyor.
Bu süreç tüm
meslekler için, hatta tıp için bile böyle işliyor[6]. Ancak bu noktada, mimarlık
gibi bir ayağı yaratıcılıkta diğeri de uygulama pratiklerinde olan meslek
sahiplerinin hakim kapitalist / endüstriyel iş üretme süreçlerinden özel olarak
etkilendiklerini söyleyebiliriz. Mimarlık okumaya karar verenlerin, karar
dönemindeki birikim ve farkındalıkları, arzuları, beklentileri birbirlerinden
çok farklı olsa da, tüm bu hayâllerde mutlaka çevre ile ilgili bir duyarlılık,
bir tutku ön plandadır. Çevreye, ilişkilere yönelik adı henüz konmamış bu
duyarlılık, mimarlık eğitiminden sonra ve bu eğitim sayesinde, bütünü
görebilmeyi ve tasarlamayı, bütün, “bütün”ler ve parçalar arasındaki ilişkileri
tahayyül edebilmeyi düşünsel ve algısal dünyamızın doğal akışı, işleyişi haline
gelir. Tam da bu yüzden, kapitalist iş üretim süreçlerinde mimarlık ya da daha
genel olarak (her türlü) üretim süreçlerinde ve ortamlarında çalışmak,
mimarları daha yoğun olarak mesleki arayışlara itiyor olabilir mi? Mimarlık
okuyup başka işler yapan bireylerde sözü edilen bütünsel bakış, sisteme daha
(?) yoğun eleştiriler ve arayışta, somut adım atmada etkili olabilir mi? Diğer
açıdan baktığımızda da şu soru çıkıyor; doğaya, toprağa, coğrafyaya doğrudan
müdahale içeren yapı üretimi, bu sürece dahil olanlarda doğaya yönelik
farkındalık, sorgulama ve uyum arayışını hızlandırıyor olabilir mi?
Mesleki tatmin,
eğitim aldığı alanda çalışma oranı, iş ortamından ve gündelik olarak yaptığı
işlerden memnuniyet konularında nesnel araştırmaların değeri büyük. Burada, nesnel
araştırmalara değinmeden, günümüzde giderek yaygınlaşan sürdürülebilir yaşam
odaklı deneyimlerin arayışlarımıza katkıları üzerinde kısaca durmalı.
SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM
Sürdürülebilirlik
takip edilmesi olanaksız olacak kadar çok farklı şekillerde, farklı anlam ve
işlevlere hizmet etmek üzere kullanıldığından, her ortam ve durumda öncelikle
bundan ne anladığımızı paylaşmak zorunlu gibi [7]. Sürdürülebilirlik kavramı ile sürdürülebilir yaşamı kastediyoruz,
olanaksızlığı çok açık olan sürdürülebilir
büyüme ya da sürdürülebilir kalkınmayı
değil. Kavram ilk olarak 1972’de The
Ecologist dergisinde yayınlanan, etkileyici makale “A Blueprint For
Survival (Hayatta Kalmak için Bir Plan)”da irdelendi. Yazarlar, Goldsmith ve
Prescott-Allen, “Endüstriyel yaşam biçimin temel sorunu sürdürülebilir
olmamasıdır” derken, metin boyunca sürdürülebilirlik ve kalıcılık kavramlarını
adeta birbirinin yerine kullanırlar [8],[9]. Geçen zaman içinde
uzmanlar da, uzman olmayanlar da sık sık sürdürülebilir kavramını ve
türevlerini oportunist amaçlar için kullandılar, kullanıyorlar. Günümüzde,
kavramın tanımı için, Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun
önerisi olan, “günümüzün ihtiyaçlarını,
gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılama olanaklarını ortadan
kaldırmadan karşılamak” kullanılabilir. Akıllarda kalması için, tam da şu
anda küresel olarak içinde olduğumuz sürdürülemez
düzen,i ekonomist ve aktivist
Jonathan Dawson’ın benzetmesiyle ifade edelim; “sadece elmayı değil, elma
ağacının kendisini de yiyoruz”. Sürdürülebilirlikle, ağacın bizden sonrakilere
de yeterli meyve verecek şekilde hasat edilmesininden sözediyoruz.
Bu yaklaşım
kısıtlı kaynakların kullanımının incelenmesinden çıktıysa da, kısa sürede,
kavramsal çerçeve zenginleşerek farklı gerçeklikler için de uygulanmaya
başladı. Sosyal ve ekonomik gerçekliklere sürdürülebilirlik gözüyle bakmak,
tamamen tükenmeden yaşamı sürdürebilmenin, Goldsmith ve Prescott-Allen’in
makalelerindeki önemli vurgu gibi, kalıcı
olabilmenin esaslarını yeni bir gözle (mimarsanız, yeni bir yapı içerisinde) görmemizi
sağladı. Ralph Waldo Emerson’ın kendine yeterlilik, sevgi, dostluk,
kavramlarından[10],
H. D. Thoreau’nun yaşam etiğinden[11], Schuamcher’in “Küçük
Güzeldir”[12]
ve başka pek çok önemli çalışmadan aktarılan düşünceler günümüzde, Birleşmiş
Milletler tarafından da kabul edilen “Gaia Sürdürülebilirlik İçin Eğitim”[13] eğitim paketinde yeniden
şekillendi. Gaia Sürdürülebilirlik İçin
Eğitim sisteminin bir parçası olan Permakültür Tasarımı Eğitim programında
sürdürülebilirlik şu dallarla inceleniyor:
Sürdürülebilirliğin
8 Dalı[14]
1.
Ekolojik sürdürülebilirlik; “yer”, gıda,
fiziksel altyapı (ekolojik yapılar ve ulaşım), geri dönüşüm şemaları, suya özen
ve atık Su Yönetimi, entegre yenilenebilir enerji sistemleri, ekolojik restorasyon
2.
Sürdürülebilir
eğitim: Bireyleri ve toplumları, yaşadıkları dünyayı şekillendirecek ve daha
kendilerine daha yeterli (self-reliant) olmalarını sağlayacak bir eğitim. Kapsamda
küresel, uygulamada yerel, kültürel çeşitliliği koruyan, teori ve uygulamanın
içiçe olduğu, yaşamın özündeki çok katmanlılığa odaklı ve disiplinlerarası bir
eğitim..
3.
Kültürel
sürdürülebilirlik: Kültürel canlılık, sanatsal ve diğer kültürel
ektinliklerin ve kutlamaların varlığıyla sürebilir. Yaratıcılık ve sanatlar
dünyayla ve birbirimizle ilişkilerimizib ve bir olmanın yaratıcı ifadeleri
olarak görülür. Kültürel çeşitlilik ve kültürlerarasılık, hem doğal çevremizde
hem de toplumsal ilişkilerde sağlığın, canlılığın ve yaratıcılığın kaynağı
olarak görülür.
4.
Ekonomik
sürdürülebilirlik: Ekonomik sistemlerin, değer değişimlerinin
yerelleşmesi, her zaman yerel ihtiyaçların yerel kaynaklardan nasıl
karşılanabileğinin araştırılması. Bireylerin toplumun / grubun ihtiyaçlarını
karşılayacak, toplumsal dayanışmayı zenginleştirecek, kendilerini
gerçekleştirebilecekleri, kirlilik yaratmayan, insan ve/ya doğal kaynakları
sömürmeyen iş kollarına yönelmesini cesaretlendirmek. Takas, zaman bankası,
gönüllülük gibi toplumsal dayanışma araçlarını etkin olarak kullanan,
işsizliğin ve fakirliğin olmadığı, tüm bireylerin topluma severek katkı
verebildikleri bir ekonomik düzen..
5.
Politik
sürdürülebilirlik: Yukarıdaki / dışarıdaki güçten, içsel / toplumsal güce
geçiş. Katılımcı karar alma süreçleri ve doğrusal değil dairesel düzenleme ile
herkesin sesinin duyurabileceği, kendini dairenin parçası hissedebileceği
ölçekte yerleşimler..
6.
Sürdürülebilir
İletişim: Grup / topluluk içinde ve dış
dünyayla yeterli/uygun iletişim teknolojilerin yaygınlığı. Grup içindeki
yetenek ve diğe değerlerin paylaşımı ve dış dünya sunulması. Yapıcı,
destekleyici bireyler arası iletişim ve dayanışma..
7.
Spiritüel
sürdürülebilirlik: Tüm bireylerin kendi spiritüel tercihlerini,
kutlamalarını ve diğer ritüellerini yaşayabilmeleri, bireysel olarak özel
alanlar olduğu kadar toplum olarak da kutlama ve paylaşımları birlikte
yapabildikleri alanların olması.
8.
Sürdürülebilir
Sağlık: Basit sağlık hizmetlerinin yerel olarak giderilebilmesi ve eğlence, oyun,
müzik, hobi, doğa ve şifa, sağlıklı gıdaya erişim olanaklarının olması..
Sürdürülebilirliğe
dair bu alanların büyük bir bölümü aslında mekân tasarımıyla ve bunun için
gereken pratiklerle doğrudan ilişkili. Sadece bir tüketim maddesi değil,
topluma yararı olan, doğaya ve ekolojik döngüye katkı sağlayan işlerin parçası
olabildiğimizde sanırım hangi meslekten olursak olalım, hepimiz, kendimizi daha
bütün, daha bağlantıda, daha mutlu hissediyoruz. Özellikle sıkışmanın artmaya
devam ettiği Türkiye’ki kentlerde yaşayan mimarların ve/ya mimarlarla benzer
sosyo kültürel birikime sahip bireylerin arayışları giderek artıyor. Bu
arayışların fiziksel olmanın ötesinde sosyal ilişkilere de yönelik, hatta öncelikle
bunlarla ilgili olduğu düşüncesiyle, sistemin dışına çıkmaya yönelik çabaların
ve sonuçlarının daha çok paylaşılabildiği ortamları umalım. Şartların meslek
sahiplerini ittiği daralmanın bireysel olmadığı ve çok kişiyle paylaşıldığının
bilinciyle anımsayalım ki, EĞLENCELİ DEĞİLSE, SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİLDİR[15].
* *
*
İş hayatının bir aşamasında. Bir yandan
yoğun, çok yoğun iş yaşamı. Bir yandan seçimlerin muhasebesi, içsel
değerlendirmeler. Rutine binen ve insanı tüketen işler, bu işlerin
sorgulanması. Arayışlar, daha büyük heyecanla yapılacak işler neler olabilir? Geçiş nasıl yapılır?..
Bir gün,
ön elemeden geçilerek davet edilen bir proje görüşmesine gidilir. Teklif,
doğaya, hem de benzersiz güzellikte ve berekette iki ayrı ekosistemin, deniz ve
ormanın buluşup kucaklaştığı, birbirlerine su, ısı, rüzgâr, koku, canlı alıp
verdikleri çok özel bir alana, insan yapımı bir garabet, kendine yetmediği gibi
çevresini de perişan edecek, orada olacaksa çok başka şekillerde yapılması
mümkün olan, en basit duyarlılıklardan uzak, ama işte bir defa renkli mimarlık
yayınlarından seçilmiş ve işaretlenmiş bir ucubenin gerçekleşmesine suç ortaklığı
yapmayı içermektedir. İşte o zaman, mimarımız lise sondaki hayallerini anımsar
ve projeye dahil olmayı reddeder. “Hayır” demenin verdiği güç, sonunda yepyeni
(aslında çok eski ve çok gerçek), yürekten severek kendini adayabileceği,
birlikte yaratabileceği yönlere gitmesi için bundan sonra hep onunla olacaktır.
[1] Mimar, Permakültür
Tasarımcısı. z.ebru.aksoy@gmail.com , http://degisimicinyaratim.blogspot.com/
[2] Mezun olduğum ODTÜ
Mimarlık bölümünde, sonraları çok sevdiğim bazı hocalarımızca sık kullanılan ve
bizleri birinci sınıfta hayata hazırlamaya (..diyelim) yönelik bir ifade
“köfteci olacaksanız boşuna mimarlık okumayın” idi. Herhalde amaç, niyetimizin
gücünü sınamaktı. Şimdilerde, iyi bir köfteci olmak için de mimarlık okumak
gerektiğini düşünüyorum.
[3] İki anlamıyla da.. Türk
Dil Kurumu sözlüğüne göre; 1. Öge, 2. Bir toplulukta çalışan insanların her
biri.
[4] C. Abdi Güzer’in çeşitli
yazı ve konuşmalarına atıfla, “mimar” ve “Mimar” arasındaki fark vurgulanmak
istenmiştir. “Mimar”, proje tasarımı yapar, “mimar” ise diğer tüm işleri.
[5] Modern mimarlığın önemli isimlerinden Richard Meier’in mimarlığın bina değil kamusal
alan tasarımı olarak ele aldığı özellikle Los Angeles Getty Müzesi üzerinden
yaptığı konuşma için; http://www.archdaily.com/205401/video-richard-meier-on-creating-public-spaces/ (02.10.2012)
[6] Günümüzde hekimliğin durumuna ilişkin gözlem ve eleştiriler için
ilk akla gelen kaynak: İilknur Arslanoğlu’nun editörlüğünde bir grup tıp
doktorunun makalelerinden oluşan kitap, Tıp
Bu Değil, insanı metalaştıran tıbbı, toplum karşıtı politikalara dayanan
“sağlıkta dönüşüm”ü inceliyor. İthaki Yayınları, 2012.
[7] Eko- ön eki almış
sözcükler için de aynı şey geçerli. Permakültür ise, bütünüyle dilimize yabancı
duran, üstelik maalesef temelinde tarımdan doğduğu için Türkiye’ye de öncelikle
tarım üzerinden girmiş, ancak bununla sınırlı olmayan bir tasarım biçimi ya da
doğanın (varsa) tasarım biçiminin incelenmesi ve diğer alanlara uygulanması
için ilkeler geliştirilmesi olarak özetlenebilir.
[8] Graham Meltzer’in
Sustainable Community, Learning From the Cohousing Model, kitabından
aktarmayla, Trafford Yayınları, Kanada, 2005. Syf. 1.
[9] Makalenin bütünü için The
Ecologist dergisinin arşivine bakılabilir. http://www.theecologist.info/key27.html (08.10.2012)
[10] R.W. Emerson, The Essays of Ralph Waldo Emerson,
Harvard College, 11th edition, 2003, ABD
[11] P. Cafaro, Thoreau’s
Living Ethics, The University of Georgia Press, 2004, Atina ve Londra.
[12] E. F. Schumacher, Küçük
Güzeldir, çev. Osman Deniztekin, Cep Kitapları, 1989, İstanbul.
[13] Gaia Education For
Sustainability, http://www.gaiaeducation.org/ (08.10.2012)
[14] Findhorn Ekoköyünde,
Ekoköy / Permakültür Tasarım eğitimi programında dağıtılan çok yazarlı
kitapçıktan syf. 22-28. Ayrı bir yayın olarak basılmayan çalışmanın
alternatifleri için Gaia Education web alanına bakılabilir. http://gaiaeducation.net/index.php?option=com_content&view=article&id=48&Itemid=66 (08.10.2012)
[15] "If it's not fun, it's not sustainable": Findhorn Ekoköyünde, 2011
Ekoköy / Permakültür Tasarım eğitimi grubumuzun sloganı. Dünyanın on beş farklı
ülkesinden dostlara sevgiyle..